Gerede'nin Kahvehane ve Kıraathane Kültürü 

Gerede Dergisinin 2013 yılı 18.nci sayısında çıkan yazım. Bu çalışma ilerleyen zamanlarda kitaplaştırılacaktır.

 "Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül muhabbet ister kahve bahane." 
            Sosyal hayatın, kahvehanelerin varlığına etkeni bence bu sözdür.
           
            1950'li yıllarda kahvehane, elektriğin olmadığı emek gücüyle çok çalışılıp az işlerin yapıldığı, güce dayalı işlerden yorulan esnafın, bir bardak çay molası verdiği yerdir.  Bazen kahveciye  " 2 çay " diye seslenildiğinde, bir bakır tepsi ile gelen çay, alışverişe ayrı bir dostluk kazandırır. Kimi zaman da günün yorgunluğunu atma bahanesiyle ince belli bardaklardaki çayın etrafında nice muhabbetler dillenir.
            Kahvehaneler insanların ekonomik ve sosyal durumlarına göre ayrılır. Geçmişte yaşlılar ayrı, gençler ayrı oturur, kimse birbirinin muhabbetine karışmazdı.  Aynı köyden olanlar köylüsünün açtığı kahveye gider, oyun oynar ya da emsalleriyle otururdu. Konuşulan konular genelde siyaset, güncel olaylar, ilçe sorunları ve şakalaşmalardan ibarettir. Konuşmalar, tartışmalar öyle seviyelidir ki kimse darılmasın gücenmesin, ekmeğine bir kötülük gelmesin diye saygıdan ödün verilmez.
      Kıraat (Okuma) yapılan kahvehanelere genellikle imamlar, Kuran öğreticisi hocalar ve din âlimleri  gelip sohbet eder, çay içer dini bilgiler verirlerdi. Mübarek gün ve gecelerde de camideki mevlitten sonra bu gecelerin önemine ilişkin kahve ahalisini bilgilendirmeye yönelik sohbet geleneği hala Gerede Müftülüğü Kütüphanesi’nde devam etmektedir.
            Merhum Cevdet Hocamız “Hocam buyurun bir çayımızı için.” diye davet edenlere "Çaylar biriksin de çorba olsun", yine sohbet için gittiği köyde çay ikramı için soran hane sahibine "Çayı yemekten sonra alalım" der, bazen de “Sen çaylık değil çorbalıksın” diye nükteli cevaplar verirmiş. Mekânı cennet olsun.
Kahvehaneler misafirlerin de uğrak yeridir. Geredeli olup da Ankara’da İstanbul’da ya da Gerede dışında çalışıp yaşayanlar Gerede’ye gelip aileleri, akrabalarıyla hasret giderdikten sonra, arkadaşlarını görmek için kahvehaneye çıkarlar. Eğer maç varsa hep birlikte maç seyredilir, “1970–80 li yıllarda nargilecilerin, esnaf ve yaşlıların çıktığı Kiliseli Han kahvehanesine, Dünya Kupası Futbol Maçları için gençler de gelir ve yine bunun gibi TV li bir iki kahvehanede  gece yarısı sonralarına kadar maç izlenirdi (*1).”   maç yoksa bir masada oturulup hasret giderilir. Eski günler yad edilir. Bazen "Evladım sen kimlerdensin?" diye soran meraklı yaşlıya; “amcacım ben falancanın oğluyum.” cevabı verildiğinde, “Ben senin babanın küçüklüğünü, dedeni iyi bilirim.” konuşmalarıyla farklı bir sohbet başlar. Genelde yaşlılar kendi hayat hikâyelerini anlatırlar, o gencin babasıyla ya da dedesiyle yaşadıkları bir anıyı paylaşırlar ve sohbet böylece devam eder. Misafire hesap ödettirilmez. Kahvehane sahipleri de bunu bildikleri için bazen “Sen git ben falancadan alırım paranı” diye şaka yollu takılırlar.
            Kahvehaneler bir nevi dost meclisi, siyaset meclisi, eğlence meclisi meclis görevini görür.  Kahvehanelerde her gün her gazeteyi, kahveciye maliyetli olsa da bulursunuz. Her gazetenin bir müdavimi vardır ve gazetede yazılı olan haberleri kendi aralarında tartışırlar. Mutabık kalınamadığı noktalarda bir bilene danışılır, veya radyo haberleri takip edilirdi. Günümüzde de televizyondaki haber kanalları hala dikkatle izlenmektedir. Kahvehaneye çay içmeye gelenler, eğer bir işleri yoksa gazetelerin bulmaca eklerini çözerek vakit geçirirler. Bir arkadaşları gelirse bulmacayı bırakır sohbete dalarlar. Çay insanları birleştirici bir unsurdur. Sıkıntılar "Gel bir çay içelim, konuşalım" çağrısının oluşturduğu  çay sohbetiyle  giderilmeye çalışılır.
            Seçim zamanı adayların kahvehanelerde yaptığı konuşmalar zevkle dinlenir. "Keşi yiyecen, soğra yaylanın suyunu içecen". "Bi gıdıklıyıveriyin mi?" gibi espiriler bu konuşmalara renk katardı. Kahvehanelerde konuşulan siyasette insanlar en fazla bu tür sözlerle birbirlerine takılırlardı. Her şeyde olduğu gibi siyasette de hoşgörü vardı. Çünkü siyasilerin de bir çoğu birbirinin ya akrabası ya arkadaşıydı.  
            1990’lı yıllarda Başbakan Tansu Çiller'in çay yerine “Kuşburnu Çayı” içtiği söylenirdi.  Gerede kahvehanelerinde kuşburnu çayının adı o dönemler “Çiller” olarak anılırdı. O zaman çocuk yaşta olduğumdan ben bunu bilmiyordum. Babamla bir esnafın yanına gittik. Babama “Abi ne içersin” diye sorulduğunda babam da doğal olarak "Çay" cevabını verdi. Bana sorulduğunda babam "O çay içmez." diyince dükkan sahibi "Sana da bir Çiller” söyleyeyim." Demişti. Birkaç dakika sonra babama çay, bana da kuşburnu geldi.  Ben Tansu Çiller’in yanımıza geleceğini düşünmüştüm.  O zaman anladım “Çiller” in ne olduğunu. O sene siyasi hayat ne ise, kahvehanelerdeki espirili  mecazi hitap da gündeme ayak uyduruyordu.
            Kahvehanelerde kış aylarına özel salep yapılır. Altın renkli bakır salep kazanlarında süt ile yapılan Gerede ormanlarından toplanarak öğütülmüş salebin tadına doyulmaz. Hele ki kış aylarında lezzeti katlanır. Soğuktan üşümüş insanlar kahveye girer girmez “Abi salep var mı” diye sorarlar. Salep yoksa çay, varsa mutlaka salep içilir.
      İşçi kahveleri iş arayan işçilerin, hamalların uğradıkları mekânlardır. Sabahın ilk ışıklarıyla orta çarşıdaki kahvehanelerde bekleyen işçileri, İş sahipleri  ihtiyaçlarına göre alıp işe götürürlerdi.
      Kahvehaneler ortak paylaşım yapılan mekânlardır.
      Hastalara birlikte geçmiş olsun ziyaretlerine, cenazeye, düğüne, Hac’dan gelenlere, tüm kahvehane ahalisi hep birlikte gider. Düğün hediyelerini ortak alırlar “Bu da bizim Kahvehanenin bir hediyesi” denilir.
      Ramazan Ayı’nda kahvehaneler sahura kadar açıktır, tıklım tıklım dolu olur. İftarını yapan soluğu kahvehanede alır. Teravih namazlarından sonra oturacak masa bulursan şanslısın. Gündüzleri fırından alınan pideler kahvehanede bir kenara konulur. Çay yok çorba yok, kuru kuruya sohbetin maksadı vakit geçsindir. İftara otuz dakika kala herkes “İftardan sonra buradayız ” diye evine gider.
      Kahvehanelerin dışında, küçük bir mekanda minderli tahta sedir ve bir iki sandalyenin bulunduğu,  genelde çevrerindeki esnaflara çay veren çay ocakları vardır. Buralarda oyun yoktur, sohbetler çay içimi süresincedir. Geçmişte en fazla bilinenlerden birisi merhum Topçu Mehmet Arslan’ın Hacı İpek Arastasındaki çay ocağıdır. Topçu Mehmet’in çay ocağında olduğu gibi bazılarında çay, ocakçının belirlediği çay saatlerinde içilebilirdi.

Yüksek Kahve (Şimdi yıkıldı)                                                      
Kahvehaneniz kaç yılında açıldı?
            Bilemem, 1950’den önce dedem açmış.
Kahvehane sabah saat kaçta açılırdı?
            Sabah namazından önce açılırdı. Bizim kahvemiz “sabahçı” kahvesiydi. İki kişi çalışırdı. 7/24 açıktı. Elektrikler gece saat 11de kapanırdı. Elektrik olmayınca lüküsle aydınlatma sağlanırdı. Bizim asma lüküsümüz vardı. İçine hava basarlar sabaha kadar yanardı.
Radyo var mıydı?
            Bir tane radyo vardı bir de dışarıya ses gitsin diye dışarıya bir hoparlör takılmıştı. Kahve küçük olduğundan ajans zamanı (ajanız derlerdi) içerisi dolar, içeridekiler radyonun yanından, dışarıdakiler kapı önündeki hoparlörden günlük haberleri dinlerlerdi. Televizyon çıktığında ilk ben almıştım. Mehmet Ali Kley’in maçları olurdu. Taa Karabük’ten minibüslerle maç seyretmeye gelirler (*2), bir iki çay içerlerdi. Şimdiki gibi maça 3 lira 5 lira istemezdik. Aklımıza gelmezdi.
1 bardak çay ücreti ne kadardı?
            Kimi 30 kuruşa satardı kimi 35 kuruşa. Bizim kahvehanemiz o zamanlar lükstü. 40 kuruşa satardık. TV olduğu için çay bende diğerlerinden bir iki kuruş pahalıydı.  Bir laf vardır. “Kahvecinin parası olmaz, lakin cebinde de devamlı parası eksik olmaz.”
Akşamları sohbet olur muydu?
            Ben küçükken olurdu. Mesela burada toplanırlardı. Lüküsleri, gaz lambalarını yakarlar oradan buradan çıkarlar çarşıdan geçer kahveye girerlerdi. Sohbetler akşamları olduğu için sanki bir Fener Alayı gibi geçip kahveye girerlerdi. Hangi kahvede sohbet (*3) olacaksa oraya yine aynı şekilde gidilirdi            Bir zamanlar kuru kahve kıttı. Sadece bizim kahvede kahve olurdu. Kahve tiryakileri vardı. Yandan çarklı kahve içerlerdi. Herkese kahve pişirilmezdi. Babam “Falancaya filancaya kahve vereceksin” diye tembihlerdi.
            Figani Dede gelirdi bizim kahveye. Elleri titrerdi. Kahvesi sade, yandan çarklı olurdu. Elleri titrediği için kahveyi ben içirirdim. Figani Dede mısır tabağı alır, masaya koyar yemeye çalışınca “Figani Dede nediyon” derdim o da bana “Midenin suyunu alır bu” derdi.
            Figani Dedeyle Tüccar Sadık’ın babası domino oynarlardı.  Figani Dede yenince
            “Al Karayı, bas Karayı, gördünüz mü?  Beş tane maskarayı,” diye şakalaşırlardı.

            Çalışmamın bazı bölümleri içeren bu yazımda, son bölümündeki söyleşi için Metin Töngemen’e teşekkür ederim. İ.Kazan.

(*1,*2) 1968 de Ankara’da başlayan TV yayınını, 1970 -1980’li  yıllarda Gerede, Ankara’dan ulaşan  frekanstan  alabilmekteydi. (K.Ü)
(*3) Şehir merkezinde yapılan geleneksel eğlenceli sohbet gecesi.  (K.Ü.)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Evleri Yüksek Kurdular...

Gerede'de Sabah Çorbası

İşte Benim Zeki Müren