Gerede'nin Kahvehane ve Kıraathane Kültürü
Sosyal hayatın, kahvehanelerin varlığına
etkeni bence bu sözdür.
1950'li
yıllarda kahvehane, elektriğin olmadığı emek gücüyle çok çalışılıp az işlerin
yapıldığı, güce dayalı işlerden yorulan esnafın, bir bardak çay molası verdiği
yerdir. Bazen kahveciye "
2 çay " diye seslenildiğinde,
bir bakır tepsi ile gelen çay, alışverişe ayrı bir dostluk kazandırır. Kimi zaman
da günün yorgunluğunu atma bahanesiyle ince belli bardaklardaki çayın etrafında
nice muhabbetler dillenir.
Kahvehaneler
insanların ekonomik ve sosyal durumlarına göre ayrılır. Geçmişte yaşlılar ayrı,
gençler ayrı oturur, kimse birbirinin muhabbetine karışmazdı. Aynı köyden olanlar köylüsünün açtığı kahveye
gider, oyun oynar ya da emsalleriyle otururdu. Konuşulan konular genelde
siyaset, güncel olaylar, ilçe sorunları ve şakalaşmalardan ibarettir.
Konuşmalar, tartışmalar öyle seviyelidir ki kimse darılmasın gücenmesin,
ekmeğine bir kötülük gelmesin diye saygıdan ödün verilmez.
Kıraat (Okuma) yapılan kahvehanelere
genellikle imamlar, Kuran öğreticisi hocalar ve din âlimleri gelip sohbet eder, çay içer dini bilgiler
verirlerdi. Mübarek gün ve gecelerde de camideki mevlitten sonra bu gecelerin
önemine ilişkin kahve ahalisini bilgilendirmeye yönelik sohbet geleneği hala
Gerede Müftülüğü Kütüphanesi’nde devam etmektedir.
Merhum
Cevdet Hocamız “Hocam buyurun bir çayımızı için.” diye davet edenlere "Çaylar
biriksin de çorba olsun", yine sohbet için gittiği köyde çay ikramı
için soran hane sahibine "Çayı yemekten sonra alalım"
der, bazen de “Sen çaylık değil çorbalıksın” diye nükteli cevaplar verirmiş. Mekânı
cennet olsun.
Kahvehaneler misafirlerin
de uğrak yeridir. Geredeli olup da Ankara’da İstanbul’da ya da Gerede dışında çalışıp
yaşayanlar Gerede’ye gelip aileleri, akrabalarıyla hasret giderdikten sonra,
arkadaşlarını görmek için kahvehaneye çıkarlar. Eğer maç varsa hep birlikte maç
seyredilir, “1970–80 li yıllarda nargilecilerin,
esnaf ve yaşlıların çıktığı Kiliseli Han kahvehanesine, Dünya Kupası Futbol Maçları için gençler de gelir ve yine bunun
gibi TV li bir iki kahvehanede gece yarısı
sonralarına kadar maç izlenirdi (*1).” maç yoksa bir masada oturulup hasret
giderilir. Eski günler yad edilir. Bazen "Evladım sen kimlerdensin?"
diye soran meraklı yaşlıya; “amcacım ben falancanın oğluyum.” cevabı
verildiğinde, “Ben senin babanın küçüklüğünü, dedeni iyi bilirim.” konuşmalarıyla
farklı bir sohbet başlar. Genelde yaşlılar kendi hayat hikâyelerini anlatırlar,
o gencin babasıyla ya da dedesiyle yaşadıkları bir anıyı paylaşırlar ve sohbet
böylece devam eder. Misafire hesap ödettirilmez. Kahvehane sahipleri de bunu
bildikleri için bazen “Sen git ben falancadan alırım paranı”
diye şaka yollu takılırlar.
Kahvehaneler
bir nevi dost meclisi, siyaset meclisi, eğlence meclisi meclis görevini görür. Kahvehanelerde her gün her gazeteyi, kahveciye
maliyetli olsa da bulursunuz. Her gazetenin bir müdavimi vardır ve gazetede
yazılı olan haberleri kendi aralarında tartışırlar. Mutabık kalınamadığı
noktalarda bir bilene danışılır, veya radyo haberleri takip edilirdi. Günümüzde
de televizyondaki haber kanalları hala dikkatle izlenmektedir. Kahvehaneye çay
içmeye gelenler, eğer bir işleri yoksa gazetelerin bulmaca eklerini çözerek
vakit geçirirler. Bir arkadaşları gelirse bulmacayı bırakır sohbete dalarlar. Çay
insanları birleştirici bir unsurdur. Sıkıntılar "Gel bir çay içelim,
konuşalım" çağrısının oluşturduğu çay sohbetiyle
giderilmeye çalışılır.
Seçim
zamanı adayların kahvehanelerde yaptığı konuşmalar zevkle dinlenir. "Keşi
yiyecen, soğra yaylanın suyunu içecen". "Bi gıdıklıyıveriyin mi?"
gibi espiriler bu konuşmalara renk katardı. Kahvehanelerde konuşulan siyasette
insanlar en fazla bu tür sözlerle birbirlerine takılırlardı. Her şeyde olduğu
gibi siyasette de hoşgörü vardı. Çünkü siyasilerin de bir çoğu birbirinin ya
akrabası ya arkadaşıydı.
1990’lı yıllarda Başbakan Tansu
Çiller'in çay yerine “Kuşburnu Çayı” içtiği söylenirdi. Gerede kahvehanelerinde kuşburnu çayının adı o
dönemler “Çiller” olarak anılırdı. O zaman çocuk yaşta olduğumdan ben bunu
bilmiyordum. Babamla bir esnafın yanına gittik. Babama “Abi ne içersin” diye
sorulduğunda babam da doğal olarak "Çay" cevabını verdi. Bana
sorulduğunda babam "O çay içmez." diyince dükkan sahibi "Sana da
bir Çiller” söyleyeyim." Demişti. Birkaç dakika sonra babama çay, bana da
kuşburnu geldi. Ben Tansu Çiller’in
yanımıza geleceğini düşünmüştüm. O zaman
anladım “Çiller” in ne olduğunu. O sene siyasi hayat ne ise, kahvehanelerdeki espirili
mecazi hitap da gündeme ayak
uyduruyordu.
Kahvehanelerde kış aylarına özel salep
yapılır. Altın renkli bakır salep kazanlarında süt ile yapılan Gerede
ormanlarından toplanarak öğütülmüş salebin tadına doyulmaz. Hele ki kış
aylarında lezzeti katlanır. Soğuktan üşümüş insanlar kahveye girer girmez “Abi
salep var mı” diye sorarlar. Salep yoksa çay, varsa mutlaka salep içilir.
İşçi kahveleri iş arayan işçilerin,
hamalların uğradıkları mekânlardır. Sabahın ilk ışıklarıyla orta çarşıdaki
kahvehanelerde bekleyen işçileri, İş sahipleri
ihtiyaçlarına göre alıp işe götürürlerdi.
Kahvehaneler ortak paylaşım yapılan
mekânlardır.
Hastalara birlikte geçmiş olsun
ziyaretlerine, cenazeye, düğüne, Hac’dan gelenlere, tüm kahvehane ahalisi hep
birlikte gider. Düğün hediyelerini ortak alırlar “Bu da bizim Kahvehanenin bir hediyesi”
denilir.
Ramazan Ayı’nda kahvehaneler sahura kadar
açıktır, tıklım tıklım dolu olur. İftarını yapan soluğu kahvehanede alır. Teravih
namazlarından sonra oturacak masa bulursan şanslısın. Gündüzleri fırından
alınan pideler kahvehanede bir kenara konulur. Çay yok çorba yok, kuru kuruya
sohbetin maksadı vakit geçsindir. İftara otuz dakika kala herkes “İftardan
sonra buradayız ” diye evine gider.
Kahvehanelerin dışında, küçük bir mekanda
minderli tahta sedir ve bir iki sandalyenin bulunduğu, genelde çevrerindeki esnaflara çay veren çay ocakları vardır. Buralarda oyun
yoktur, sohbetler çay içimi süresincedir. Geçmişte en fazla bilinenlerden
birisi merhum Topçu Mehmet Arslan’ın Hacı İpek Arastasındaki çay ocağıdır.
Topçu Mehmet’in çay ocağında olduğu gibi bazılarında çay, ocakçının belirlediği
çay saatlerinde içilebilirdi.
Yüksek Kahve (Şimdi
yıkıldı)
Kahvehaneniz kaç yılında açıldı?
Bilemem,
1950’den önce dedem açmış.
Kahvehane sabah saat kaçta açılırdı?
Sabah
namazından önce açılırdı. Bizim kahvemiz “sabahçı” kahvesiydi. İki kişi
çalışırdı. 7/24 açıktı. Elektrikler gece saat 11de kapanırdı. Elektrik
olmayınca lüküsle aydınlatma sağlanırdı. Bizim asma lüküsümüz vardı. İçine hava
basarlar sabaha kadar yanardı.
Radyo var mıydı?
Bir tane radyo
vardı bir de dışarıya ses gitsin diye dışarıya bir hoparlör takılmıştı. Kahve
küçük olduğundan ajans zamanı (ajanız
derlerdi) içerisi dolar, içeridekiler radyonun yanından, dışarıdakiler kapı
önündeki hoparlörden günlük haberleri dinlerlerdi. Televizyon çıktığında ilk
ben almıştım. Mehmet Ali Kley’in maçları olurdu. Taa Karabük’ten minibüslerle
maç seyretmeye gelirler (*2), bir iki çay içerlerdi. Şimdiki gibi maça 3 lira
5 lira istemezdik. Aklımıza gelmezdi.
1 bardak çay ücreti ne kadardı?
Kimi
30 kuruşa satardı kimi 35 kuruşa. Bizim kahvehanemiz o zamanlar lükstü. 40
kuruşa satardık. TV olduğu için çay bende diğerlerinden bir iki kuruş
pahalıydı. Bir laf vardır. “Kahvecinin
parası olmaz, lakin cebinde de devamlı parası eksik olmaz.”
|
Akşamları sohbet olur muydu?
Ben
küçükken olurdu. Mesela burada toplanırlardı. Lüküsleri, gaz lambalarını
yakarlar oradan buradan çıkarlar çarşıdan geçer kahveye girerlerdi. Sohbetler
akşamları olduğu için sanki bir Fener Alayı gibi geçip kahveye girerlerdi.
Hangi kahvede sohbet (*3) olacaksa
oraya yine aynı şekilde gidilirdi Bir
zamanlar kuru kahve kıttı. Sadece bizim kahvede kahve olurdu. Kahve tiryakileri
vardı. Yandan çarklı kahve içerlerdi.
Herkese kahve pişirilmezdi. Babam “Falancaya filancaya kahve vereceksin” diye
tembihlerdi.
Figani Dede gelirdi bizim kahveye.
Elleri titrerdi. Kahvesi sade, yandan çarklı olurdu. Elleri titrediği için
kahveyi ben içirirdim. Figani Dede mısır tabağı alır, masaya koyar yemeye
çalışınca “Figani Dede nediyon” derdim o da bana “Midenin suyunu alır bu” derdi.
Figani
Dedeyle Tüccar Sadık’ın babası domino oynarlardı. Figani Dede yenince
“Al
Karayı, bas Karayı, gördünüz mü? Beş
tane maskarayı,” diye şakalaşırlardı.
Çalışmamın bazı bölümleri içeren bu yazımda,
son bölümündeki söyleşi için Metin
Töngemen’e teşekkür ederim. İ.Kazan.
(*1,*2) 1968 de Ankara’da başlayan TV yayınını, 1970 -1980’li yıllarda Gerede, Ankara’dan ulaşan frekanstan
alabilmekteydi. (K.Ü)
(*3) Şehir merkezinde yapılan geleneksel eğlenceli
sohbet gecesi. (K.Ü.)
Yorumlar
Yorum Gönder